14 Haziran 2019 Cuma

ÖLÜM

Hayatın en büyük gerçekliğidir ölüm. Hatta son zamanlarda hayatın tek gerçekliğinin ölüm olduğunu düşünmeye başladım.
Ölüm hiçbir farkı gözetmez. Din, dil, ırk, coğrafya veya kültür tanımaz, insanlığın ortak gerçekliğidir. Ölümle ilgili neye inanıyor olursak olalım, dini inancımız olsun ya da olmasın, ölüm bir şekilde acıtır bizi.
Peki ölümün gerçekliğinin ne kadar farkındayız? 
Doğduğumuz günden ölümümüze kadar binlerce farklı şey uğruna emek veriyor, vaktimizi harcıyoruz. Ne kadarı için değer, hiç düşündük mü?
Kısacık bir ömre sahibiz, fakat biz dünyada bırakacağımız, belki de bir daha tekrar karşılaşmayacağımız, bize hiçbir faydası olmayacak şeyler uğruna ömrümüzü tüketiyoruz.
Ölüm öyle buz gibi, öyle anlaşılmaz bir şey ki, ne desem az kalır.
Ölümle ilgili deneyimlediğim en önemli şey ise şu sanırım: Ölüm ile karşılaşmış insan, ölümü en iyi tanıyan insandır.
Ölüm ile karşılaşmamış bir insanın ölümü tam anlamıyla tanıması ve algılaması çok zordur.
Her insan, hayatının bir döneminde, belki de hayatı boyunca ölümü mutlaka düşünmüştür. Hatta bazen öyle durumlar yaşanır ki, ölüm korkusu insanın bütün hayatını etkisi altına alır. 
Hayatınızda ölüm hakkında ne kadar düşünmüş olursanız olun, ölümden ne kadar korkmuş olursanız olun, ya da ölümden hiç korkmamış olun, ölümle karşılaştığınız zaman ölümle ilgili bütün düşünceleriniz yok olur. Öyle soğuk bir şeydir ki ölüm, sanırım düşüncelerinizi de dondurur.
Ölümle karşılaştığınız zaman, uğruna emek harcadığınız, göz yaşı döktüğünüz her şey o kadar anlamsız görünüyor ki gözünüzde, şaşıp kalıyorsunuz. Ölüm, kapılıp gittiğiniz hayat denizi arasında belirip, bir tokat gibi yüzünüze çarpıyor ve sizi o dalgaların arasından alıp kara büyük bir boşluğa atıyor. Bu boşlukta düşünemiyor, hareket edemiyorsunuz, ölüm sizi de kendisi gibi yapıyor: Buz gibi.
Ölümle karşılaşmadan önce onun üstesinden hiç gelemeyeceğinizi söyleyip duruyorsunuz her fırsatta. Fakat dayanıyorsunuz, mecbursunuz. İlk başta acıdan öldüğünüzü zannediyorsunuz, bu acı hiç geçmez diyorsunuz, ama o acı da geçiyor, gün geliyor gülmeye, mutlu olmaya başlıyorsunuz.
"Hayat devam ediyor.”sözü oldukça klasikleşmiş ve hatta belki basit bir ifade olsa da, aslında öyle büyük bir anlama sahip ki bu söz, anlamak biraz geç oluyor.
İnsanın doğasında var iyileşmek, unutmak.
Fakat şunu da söylemeden edemeyeceğim. Karşılaştığınız ilk ölümle birlikte hayatınızda ölümle ilgili büyük bir kapı açılıyor. Bu kapı büyük, kocaman bir kara delik de olabilir, ya da karanlıktan geçip sonunda aydınlığa ulaşacağınız bir yol da olabilir.
Bugüne kadar hepimiz pek çok şeyden kaçmayı başarmışızdır, pek çok olumsuzluğu mutlaka engellemiş olmalıyız. Fakat ölüm, asla önünde durulamaz bir gerçeklik. Bu durumda en iyi seçenek, insanın ölüm ile barışık ve ölüme hazır yaşamasıdır. Tabi ki ölümün özünü anlamak da önemli bir mesele. Ölüm gerçekten kötü müdür? Öldükten sonra ne olur? Bunlar bilinmelidir. Çünkü insanı hep bilinmezlikler korkutur. Ölüm belki de kötü bir şey değildir ölen için. Ölüm belki de yalnızca arkada kalanlar için acı vericidir.
Aslında ölümden de ziyade, hayattaki her şeyle barışık olmak gerekir, en başta kendinizle. Aksi takdirde her şey fazlaca ağırlaşır üzerinizde.
Steve Jobs’un bir konuşmasını okumuştum. Konuşmada 3 hikaye anlatıyor hayatıyla ilgili. Ve açıkçası hikayelerden en etkileyici olanı ölümle ilgili olandı.
Steve Jobs hayatında bir söz ile karşılaştığını, o sözle karşılaştıktan sonra hep aynı şeyi düşündüğünü anlatıyor. Bu söz: “Bugün hayatının son günü olsaydı yapacağın şeyleri yapmak ister miydin?” Sonrasında Steve Jobs her gün bu soruyu düşünmüş, ve hayatını ona göre yaşamış.
Bu hikaye beni çok etkilemişti.
Bu soruyu düşünmemiz gerekir sanırım.

6 Temmuz 2018 Cuma

GÜNEŞSİZ GECE

Gecenin kıpırdamayan sessizliği...
Her an bir felaket çıkacakmış gibi görünen o karanlık, durgunluk.
İnce, epey ince bir rüzgar, ılık, rahatlatan.
İnsanlar... Binbir işle uğraşan, zihni ölüm dışında her şeyi taşıyan insanlar.
Bir koşuşturmaca, bir yorgunluk, bıkmışlık, ama durmadan gidilen bir yol.
Peki neden?
Ve nereye bu yolculuk?
Sonunda bize ne kalacak? Hiçbir şey!
O halde neden?
Fanilik denilen şey bu mudur?
Ölümlü olmak ve ölüm hiç gelmeyecekmiş gibi yaşamak.
İnsan bir gün anlayacak, bütün çabalar boşundaydı, her şey anlamsızdı, her kavga, ve hatta her hüzün.
İnsan anlayacak, üzülecek.
Ama geç olacak!
Anlayacaksın insan!
Göreceksin acizliğini ve ağlayacaksın.
Ama çok geç olacak!
Güneş söndü, yalnızsın.
Ve artık çok geç.

10 Ocak 2018 Çarşamba

IŞIKLAR YENİDEN YANANA DEK

Hayat tek başına rol aldığın bir tiyatro sahnesidir. Sahnede yapayalnızsındır.
Ama benim bahsettiğim yalnızlık, insanların olmadığı bir yalnızlık değil.
Benim anlatmaya çalıştığım yalnızlık, insanlara rağmen yalnızlık.
Bu yalnızlık öyle bir şey ki, gülerken, ağlarken, düşünürken, dostlarınla birlikteyken ya da tek başına kaldığında, sevilirken ve severken, ya da sevilmezken, her an seninle, kalbinin en derinliklerinde. Anlatılmaz, paylaşılmaz, seni terk etmez. O hep içindedir. Kendi içinde boğulmak gibidir bu yalnızlık. Sessizdir, senden başka kimse göremez, siyah elleri her zaman boynundadır. Senden bir parçadır o, söküp atamazsın içinden. Seni senden başka kimse tanımaz, onu da senden başka kimse tanımaz.
Bazen bir yanılgıya düşerek, içindeki yalnızlığı insanlara anlatmak, bunu onlarla paylaşmak istersin, anlatırsan, anlayacaklarını zannedersin, ama anlamazlar.
Bazıları şanslıdır, yalnızlığı tatmamışlardır. Bundan nasibini almak büyük bir nimettir. Nasibini alamayanların vay haline! Onların tiyatro sahnesi karanlık ve tozludur. Sahnenin arkasına siner böyleleri, korkarlar, kendi tiyatro sahnelerinin asıl oyuncuları olamazlar, başkalarının kendi tiyatro sahnelerinde sergiledikleri oyunları izlerler.
Arada bir karanlık, tozlu, kara perdeli sahnenin ışıkları yanar. Sahnenin bütün tozu, kiri yok olur ortalıktan, sahne güllük gülistanlık oluverir birden. Kara perdenin yerine kırmızı, ışıl ışıl, tertemiz, mis kokulu perdeler takılmıştır sahneye. Sahnenin arkasına sinmiş, korkulu gözlerle kendi tiyatro sahnesine bakan asıl oyuncunun gözleri kamaşır ışıktan, göz bebekleri büyür, kalp ritmi hızlanır, terlemeye başlar heyecandan, zorlukla nefes alır hale gelir. Ayağını bir adım öne atar, geri çeker, atar, geri çeker derken birden yüzünde bir gülümseme oluşur, kendisini sahneye atar birden. İnsanlar türlü mutluluklar, güzellikler, zevkler, iyi ve hoş duygular, hayaller, umutlar, yeni roller belirir önünde.
Şaşkındır. Beklediği her şey buradadır, onun için gelmişlerdir buraya.
Ve birden ışıklar kapanır!
Asıl oyuncunun rol arkadaşları birer birer sahneden inmeye başlarlar, sahne toz duman olur, göz gözü görmez. Kara perdeler ve karanlık geri gelir.
Ve yeniden sessizlik!

28 Ekim 2017 Cumartesi

ÇAY BARDAĞI

Bir an için kendi varlığımı hissedemedim. Bir şey karşısında çözümsüz kaldığım zaman hep böyle olur.
Elimde bir çay kaşığı, çayı karıştıran eller benim ellerim, ama o elleri hissedemiyorum.
O an sanki o eller benim ellerim değilmiş, o çay kaşığını benim ellerim tutmuyormuş gibi hissettim.
Karşımda bir insan, ben onu seviyorum, o da beni seviyor biliyorum.
Sağımda, solumda bir sürü insan, masalar ve sandalyeler. Ve sandalye, üzerinde oturduğum sandalye., onu da hissedemiyorum.
Gözlerim önümdeki masamda, oraya öylece dalıp kalmış... Başımı hafifçe yukarıya doğru kaldırmak istiyorum, bunu yapmakta zorlanıyorum. Zihnim bedenim üzerindeki kontrolünü yitirmiş gibi.
Sonunda başımı kaldırmayı başarıyorum. Sonra gözlerim yine dalıyor...
Algılamak istiyorum, kulağımın duyduğu sesi. Duymak değil, dinlemek istiyorum çalan şarkıyı. Ve insan uğultuları arasında zihnimin uğultuları... Ah o susmayan zihnim!
Çay bardağını elime alıyorum. Çay önüme geleli epey zaman geçti ama hala biraz sıcak. Parmaklarımı çay bardağı üzerinde hareket ettiriyorum, çayın sıcaklığını hissetmek ve üşüyen ruhumu ısıtmak istercesine. Bardağı tuttuğumu algılayamıyorum.
Donup kalmışım. Gözlerimde yaşlar... Onlar da donup kalmışlar...
O an ölmeliyim... O an orada, o sandalyede ölmeliyim. Anlatmak, anlaşılmak için çabalamak mümkün değil. Evet, evet, o an ölmeliydim!
Elime birkaç tane renkli kağıt kaplı küp şeker alıyorum, bunu yaptığımı algılamak istiyorum, ama olmuyor.
O an ne geçmiş, ne gelecek, ne de şimdi... Ben bambaşka bir yerdeyim, mekanın ve zamanın dışındayım, insanlardan ötedeyim.
Birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım. Varlığımı hissetmeliydim.
Sonra gözlerimi açtım, derin bir nefes aldım. Kendime geldim, ama ne kendine geliş (!)
O an bir şey belirdi zihnimde: "İnsanların arasında da yalnızlık duyulur."

22 Eylül 2017 Cuma

SIZI

Hayat çok garip... Bu klasik, klişe cümle ile başlamak istemezdim, ancak gerçek bu.
Bir taraftan bin türlü güzellik sarıyor insanın etrafını, bir taraftan dikenler, teller... İnsan hangisine inanacağına şaşırıyor, hangisinin gerçek olduğunu bilemiyor.
Kendimi hayatımın boşa harcanmadığına, hayatımın bir cehennem olmadığına ikna etmek için neler söylüyorum benliğime. Bazense ne düşünsem, neresinden tutsam koca bir sıfır. Bu çelişki içerisinde boğuluyorum çoğu zaman.
Aslında her ikisi de gerçek ve insan ikisini de kabul etmeli. Fakat hayatı hep uç noktalarda yaşıyorsanız kabullenmek zor. Ya biri, ya öteki diye tutturuyorsunuz. Ama buna karar vermek de zor, hatta imkansız. Hayat bir taraftan alır, bir taraftan verir ve siz bunu anlamazsınız.
Fakat her şeyin böylesine farkındayken ne yapmalı? Bunu da bilemiyorum.
Sadece güzellikleri mi görmeli, yoksa sadece bütün güzellikleri yok eden çirkinlikleri mi?
Hadi bunu boş verelim. 
Peki ya bizim elimizde olmayan kader? İnsan kendi iradesini affedebilir ancak kendi iradesi dışında gerçekleşenleri kabullenmek çok zor.
Dedim ya hayat garip, yaşanmışlıklar ve yaşanamayanlar içinde kayboluyor insan. 
İnsan hep kayboluyor. 
İnsan bir gün bulacak kendini. 

22 Eylül Perşembe 2017 - 23.53

5 Kasım 2016 Cumartesi

25. SAAT


Bir an vardı, her şeyi unutturan...
Geçmişi, geleceği, içinde bulunduğum anı unutturan bir an vardı.
Zihnimdeki binbir endişeyi, korkuyu, önemliyi ve önemsizi yok eden bir an vardı.
Etrafımda algılayabildiğim tek şey kardı. Bir de dinginlik.
Tenim, ruhumun derinliklerinden geldiğini düşündüğüm bir ateşle alev alev yanıyordu.
Yanan tenime değen karların altında üşümüyordum bile.
Her kar tanesi, yanan tenimdeki ateşi dindiren birer pınardı sanki.
Kulağımda bir yalnızlık şarkısı.
Gökyüzü, pembe yanaklı bir bebeğin ışıltılı berrak gözleri kadar berrak, durgun bir su kadar durgundu.
Uğuldamıyordu gece, yaşamın bittiğine inandıracak kadar sessizdi ya da ben duyamıyordum hiçbir şeyi.
Tek başımaydım ve tek başıma olmam, yalnızlığı düşündürdü bana.
O an, "Yalnızım, yalnızım!" diye sızlanıp, yalnız olduğumu hatırladıkça nefesimin daraldığı bütün o anları düşündüm. Sonu hep "Yalnız kalmayacaksın!" ile biten o anlar önemini yitirmişti gözümde.
25. saate inanıyorum. 25. saatte zaman sizin için durur derler. Öyle de olmuştu. O an etrafta her şey durmuştu. Etrafıma bakındım. İnsanlar bir yerlere koşturuyorlardı, bir şeyler planlıyor gibi görünüyorlardı ama bir şeyi bilmiyorlardı. Planlar onların istediği gibi gitmeyecekti. Bilmedikleri bir gerçeği bildiğimi var sayarak kendi kendime güldüm, alay ettim insanlarla. 
Bir gün tam anlamıyla yalnız kalacağım günü hayal ettim. Düşündüğüm tek şeyin iş çıkışında sıcacık evime gitmek olacağı günleri hayal ettim. Yine karlı bir günde, sıcacık bir ekmekle tek başıma kaldığım evime gitmek için can atıyordum hayalimde. Böyle bir ihtimal vardı. Bu ihtimalle tam anlamıyla o an ilk defa yüzleşebilmiştim. Korku yoktu, nefesim daralmıyordu artık. Hatta garip bir şekilde yalnız kalmak fikri bana ilk defa huzur vermişti. O an zihnimdeki her şey
beyaz karın verdiği huzurla birlikte eriyordu.
Yalnızdım.
Mutlu ve yalnız.
Yalnız ve huzurlu.

Mutlu ve huzurlu...



ÖLÜM

Hayatın en büyük gerçekliğidir ölüm. Hatta son zamanlarda hayatın tek gerçekliğinin ölüm olduğunu düşünmeye başladım. Ölüm hiçbir farkı...